A Family History by JOSEPH O’NEİLL
‘Bu romanı yıllar önce Çitlembik Yayınevinin isteği üzerine çevirdim ve bu çeviri tamamlanmış olmasına rağmen yayıneviyle aramda çıkan anlaşmazlık nedeniyle yayınlanmadı. Çünkü İngilizce eser öyle tumturaklı bir dille yazılmıştı ki, ondan anlamlı cümleler çıkarabilmek için çok uğraştım. Türkçe ve İngilizce arasındaki farklılık bu zorluğu arttırdı. Sonunda ortaya yazarın değil, ancak benim diyebileceğim bir eser çıktı. Nitekim O’Neill’in diğer çevrilmiş eserlerine baktığımda bunun böyle olduğunu daha iyi görüyorum. Sanırım çevirmenler bir kitabı çevirirken yazara sadakati önde tutuyorlar. Bunun öyle olması gerektiği kuşkusuz.
Benim kusurum, özünü yansıtabilmek adına esere sadık kalmamam oldu. Yani cümleleri aynen kelimesi kelimesine çevirseydim anlatmak istenileni anlatamamış olurdum. Çünkü O’Neill öylesine ağdalı cümleler kuruyor ki, bunları olduğu gibi Türkçeye aktarmak eserin ruhunu bozardı. Ben o cümleleri basitleştirdim, kısalttım, uzun ağır cümleleri az ve öz sözle dile getirmeye çalıştım. Böylece eseri örten gereksiz kelimelerin yalancı pırıltısı değil, anlamın güzelliği öne çıktı. Çünkü sade bir dil olan Türkçe ağdalı cümlelere müsait değil. Ayrıca Türkçede çok az kelimeyle en derin anlam ifade edilebilir. Ne yazık ki bugün gevezelikle ustalık birbirine karıştırılıyor, yazarlığın hala süslü cümleler kurmak, anlamlı anlamsız şeyleri abartmak olduğu sanılıyor. Bu bende dehşet uyandırıyor; çünkü daha çok bir ölüyü süslemeye benziyor. Elbette yazarın başta gelen görevi anlaşılır olmaktır. Türkçe, yazarın ihtiyaç duyduğu sadelik için uygun dildir.
Türkçenin başka dillere olan üstünlüğü ne kadar yalın olursa cümlenin içindeki fikri o kadar iyi aksettirebilmesidir. Türkçe bir şeyi uzun uzun anlatmak isteyen yazarın önüne engeller koyar ama kısaca söylemekle yetinen yazara sonsuz imkân bağışlar. Oysa O’Neill, yazarlığını konuşturduğu yerde okuyanı yoruyor, şatafatı can sıkıyor. Aklına gelen her şeyin mükemmel olduğunu sanıyor. Yazdıklarını bir süzgeçten geçirmiyor. Kısaca yapıtı berrak değil. Türkçenin doğasına aykırı bir şeyi ben nasıl Türkçeye çevirebilirdim? Bunu sadece yazar olmayan, çevirmen olmakla yetinen biri yapabilirdi. Bu çeviri benim Türkçenin özünü tanımamı sağladı. Unutmayalım ki, bir eserin güzelliği, o eser bir çeviri de olsa, yazarın dile aşkını açığa vurur. Hayranlık uyandıracak bir yapıt ortaya koymak için önce o dile hayran olunmalıdır. Bu yüzden önümde iki yol vardı. Ya kendi dilime duyduğum sevgiyi göz ardı edip eseri canım sıkıla sıkıla çevirecektim. Bu durumda okurun da sıkılmaması mümkün değildi.. Ya da kendi dilime duyduğum aşkın bana bir günah işletmesini göze alıp, eserin derinlerinde gizli mizahı iyice ortaya çıkaracak, romanın hoş taraflarıyla kendimi eğlendirecektim.
Ben ikinci yolu tuttum ve sonunda ortaya sadece İngilizce dilbilgisiyle değil, hayal gücüyle de oluşturulmuş, adeta Türkçede yeni baştan yazılmış, yayınevini pek kızdıracak bir sonuç çıktı. Doğal olarak kitap basılmadı. Çünkü bir çevirmenlik suçu olarak ilan edildi.’